Bugün bir anda kendimi bir aşk filmi izlerken buldum. Çok da manidar bir günde üstelik. Bugün bir zamanlar aşık olduğum ama kavuşamadığım adamın doğum günüydü. “Bir gün”de, yıllarca arkadaş gibi takılıp aslında birbirlerine deli gibi aşık olan iki insan vardı. Sonunda kavuştular ama ben kavuştuklarına sevinemedim bile. Çünkü, bir aradayken kaybedilmiş 15 sene vardı. 15 sene boyunca, başka insanlarla birlikte olup birbirleriyle yılda bir kez görüştüler. Başka insanları sevdiklerini sanıp zor günlerde birbirlerine destek olan iki dost rolünü oynadılar. Yıllarca hem kendilerini, hem birlikte oldukları diğer insanları kandırdılar. Bu durum için, sürekli başka kadınlarla takılıp Emma’yı yalnızca kötü günlerinde arayan Dexter’ı mı suçlamalı yoksa sevdiğini bir türlü söylemeyen Emma’yı mı? Birbirlerini bu denli sevip onca seneyi ayrı geçirmelerine izin verdikleri için her ikisini de suçluyorum ben. Kaybedilen yılların hesabını ikisinden de soruyorum. Yıllar sonra bir araya gelip birbirlerini çabuk kaybetmelerini ise kaderin onlara bir cezası olarak yorumluyorum.

Bugüne kadar hep ‘seviyorsan, sevgini gizlemeyip sevdiğin kişinin bunu anlamasını sağlamalısın’ diye düşündüm. Karşındaki bunu hak etse de etmese de senin onu sevdiğini bilmeli dedim. “Bir gün” beni bir kez daha haklı çıkardı. Hayat malesef, bizim keyfimizi bekleyecek kadar uzun değil. Sevdiğini söylemek için uygun bir zaman yok. Bekleyecek zaman yok. Yarın ne olacağımızı bilmiyoruz, o kadar ki yaşayacağımızdan bile emin değiliz. Öyleyse yaşanabilecek güzel günleri ertelemek de neyin nesi? Bu hakkı bize kim veriyor ki? Sevgimizi itiraf etmek için neyi bekliyoruz? Seni seviyorum cümlesini telafuz etmek bu kadar mı zor?

Ben bir zamanlar delicesine sevdiğim adama onu ne kadar çok sevdiğimi söyledim. Söylemeseydim, bugün büyük pişmanlıklar yaşıyor olacaktım. “Bir gün”ü izleyip Dexter ve Emma’nın kaybettiklerini görünce, sevdiğimi söylemenin ne kadar da anlamlı bir hareket olduğunu bir kez daha anladım.